Mercan Dede'nin bir eseri var 'Şu koskoca alemde yalnız bir kulum' cümlesi geçen içinden. Öyle zannediyorum ki, depreme birlikte çoğumuzda oluşan his bu, yapayalnız olduğunu hissetmek...
Bir kalemi kaybetmek bile yastır der Prof. Vamık Volkan. Hal böyleyken 6 şubatta aklımızın alamayacağı büyüklükte yaşanan bir felaket de tabi ki kayıplar da ne kalbimizin ne aklımızın alabileceği bir orandaydı.
İlk günlerde erkenden gidemeyen ekipler, çalışmalar adına ne derseniz deyin öncelikle zaten büyük bir şok yaşayan insanlarda güven kaybı oluşturdu. Binlerce insan yaşadıkları o ilk anlardaki çaresizliği unutamayacaklar. İnsanlar büyük şok ve acı içerisinde elbette ki devleti eleştirebilirler. Kızabilirler, öfkelenebilirler, onların yerinde olmadıkça anlaşılacak bir durum değil bu.
Hükümet ve devlet ayrı kurumlardır. Devlete yöneltilen bir eleştiriyi hükümet üstlenmez, ya da hükümete yöneltilen bir eleştiri devleti bağlamaz. Ancak bizim ülkemizde hükümet ve devlet ilişkisi simbiyotik bir ilişkiye dönüştüğü için birine bir şey dediğimizde diğer kurum da üzerine alınıyor. Hani tıpkı bir anne bebek gibi. Anne ile bebek ilk 3 ay simbiyoz ilişki içindedir. Bebek kendisini annenin uzvu varsayar, ayrışma gerçekleşmemiştir. Bu ayrışma bazen yıllarca gerçekleşemez. Bu nedenle birinin annesine bir şey söylediğinizde evladı üzerine alınır, ya da evlada bir şey dendiğinde anne alınır ve reaksiyon gösterir. Bizim ülkemizde anne çocuk ayrışması genelde pek olmaz. Çocuklarımız bireyleşmez biz de...
Böylesi toplumsal bir yapıda hükümet ve devlet ilişkisinin girift olması bana tuhaf gelmiyor, ancak olmamasını istediğim bir durum olarak varlığını hep koruyacak zihnimde.
Yine bizim toplumumuz, yıllardan beri kötü yönetimlere maruz kaldığı için, yıllardan beri süre gelen değersizlik hissi derinleştikçe derinleşti. En büyük psikolojik derdimizdir bu değersizlik. Bizim ülkemizde insanın kıymeti pek olmaz. Hele bir de zengin değilseniz. Bu değersizlik inancımız ailemizden başlar. İlk ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişkide değersiz hissettiğimiz için toplum olarak hep ebeveyn profili ararız, gerçek bir lider değil. Devletle ebeveyn çocuk ilişkisi kurarız. Devlet baba deriz. Oysa ki devlet kurumları ve hükümet bizim paralarımızla çalışan hizmetlilerdir. Ancak bizde bu anlayış yok. Bizde her lider tahtında oturur, bizler de aciz kulları olarak kırıntılarla hayatımızı devam ettirmeye çalışırız. Sorgulamaz, eleştirmeyiz. Bunu yapamadığımız için de kendi içimizde bölünürüz. Birbirimiz suçlarız.
Psikolojik olarak şuna benzer. Kuramcılar der ki, bir çocuk anne babayı suçlayamazsa suçu ya kendine atar kendini değersiz hisseder ya da bir diğer ötekilere atar, ilişkilerinde hep suçlama konumunda olur. Ya da suçlanır. Birbirimizi yargılamamız, bu kadar acımasızca eleştirmemiz, hakaretler, küfürler, sosyal medya silahşörlüğü hep buradan geliyor, yani o çaresiz hisseden, anasına babasına bir şey diyemeyen hakkını savunamayan çocuktan.
Bu nedenle sisteme, devlete, hükümete de bir şey dendiğinde, zayıf egomuzu liderle özdeşim kurarak şişirdiğimiz ve bu bize iyi geldiği için bir ötekine saldırırız. Çünkü biz o erk sahipleri ile kendi egomuzu bir tutarız, ve onların nezdinde alsında kendimizi yüceltir hatta bazen kendimizden de vazgeçeriz.
Bu sadece liderler ya da siyaset için geçerli değil. Din kurumu da bu şekilde ilerleyen inanç olmaktan çıkan, erkleşen bir yapıya büründüğü için, dindar denen hocalar, vaaz verenler vs de kendi değersizliklerini, bastırılmış duygularını ve zayıf egolarını din ya da din kurumları ile yüceltip, parmak sallayarak dini emirleri sürekli dillendirmekte dindarı bile dinden soğutmaktadır bizim ülkemizde. Savunma mekanizmalarından biri kendi içimdeki kötüyü din ile bastırarak, başkasını yargılamaktır.
Yani bir noktaya fazla parmak basıp, sesimizi yükseltiyorsak o aslında kendi içimizde susturduğumuz gölge yanımızla yüzleşecek kadar cesaretimiz olmadığından. Nefis terbiyesi günahtan uzak durma değildir, kendi içindeki kötüyü görüp, aa bu bende varmış deyip kendiyle yüzleşmektir. Din, bir baskı unsuru, bir üstünlük makamı oldukça insanlar bu ülkede kaybetmemesi gerekirken manevi değerlerini de kaybettikçe kaybedeceklerdir.
Yas tutmak manevi değerlere sahip oldukça daha kolaydır. Ancak din tacirleri bu ülkede insanların içindeki inancı da satmaktan geri durmadılar. Benim ruhban sınıfı olarak gördüğüm sınıf Allah ile kul arasında Çin Seddi kurup, insana şah damarından daha yakın olan Rabbini anlamaktan uzaklaştırmış en büyük günahı işlemiştir bana göre.
Din bilimsiz olmaz. Allahı ancak evreni anlayarak kavrayabiliriz. Psikoloji, fizik, matematik, kadim bilgiler, kimya, biyoloji, felsefe olmadan insanın kavrayışı gelişmez. İnsan kendini bilmek için bilgiye ihtiyaç duyar ve ancak kendini bildiğinde Rabbini bilir. Bu nedenle Antik Yunan tapınaklarında bile 'Kendini bil' yazar.
Hasılı ülkemizde yanlışlar bizleri daha çok kaosa sürükleyip birbirimize düşman ederken ve bu sistemli bir şekilde yapılırken, biz kaybetmeye devam edeceğiz. Bizim en büyük yanlışımız, araştırmamak, sorgulamamak, soru sormamak, kendini değersiz görmek, ses çıkarmamak, birilerini yüceltmek ve ana babamızdan ayrışamamak.
Hem birbirimizle hem kurumlarla yetişkin yetişkine ilişki kurmayı başardığımızda, bilimle yoğrulduğumuzda, bilinçli farkındalığa çıktığımızda, kendi öz değerimizi farkettiğimizde belki ülkedeki çürümüşlük çözülmeye başlar.
Dönelim yasa... Büyük bir kayıpla karşı karşıyayız. İnsanları kaybettik, evlerimizi kaybettik, sevdiklerimizi kaybettik, umudumuzu, güvenimizi, maddi varlığımızı kaybettik. Kayıp saymakla bitmez. Bu nedenle bu yas uzun sürebilir. Bir kitap önerisi ile yazımı bitireyim, Vamık Volkan'ın Kayıptan Sonra Yaşam kitabı...
Sizlerden ricam, lütfen psikoloji alanında sağlıklı kitaplar okuyun. Biz psikoloji bilimi ile kendimizi tanıyacağız. Üçünü kitabımı yazıyorum ancak depremden dolayı bitiremedim. Az daha sabır... Bu süreçte ben buradan da daha çok yazmaya devam edeceğim.
Depremde kayıp yaşayan her okuyucumun başı sağolsun. Acınızın ve kaybınızın tahminimden daha büyük olduğunu biliyorum. Sevgi bizi iyileştirecek... Sizleri seviyorum.